2 Aralık 2012 Pazar

Tuhaf Huylar

Tuhaf bir huy geliştirmiştik. Daha doğrusu; olay bir gün kendiliğinden gelişmiş, biz de onu devam ettirmiştik.

Biraraya gelip, önce gündelik dertlerden, duvarlardaki şekillerden, kafadaki kelebeklerden bahsediyor, hayatın ve insan olmanın zorluklarıyla ilgili beylik ve nadiren de olsa kendimize ait, bir köşeye not edilesi sözler söylüyorduk.

Hep karanlık bir odada olmalıydık ama. Işık olmamalı, o gizemli havayı bozacak kimse bulunmamalı, bu alışkanlığımızın tuhaflığını bize hatırlatacak ve kurduğumuz bu karanlık dünyaya araladığı kapıyla içeri sızım sızım ışık sızdıracak hiçbir canlı bu ayinimsi törende yer almamalıydı.

Çünkü mutsuzluğumuzdan, yorulmuşluğumuzdan, yalnızları oynamışlığımızdan besleniyorduk; ve bu tip bir beslenme düzenine tüm doktorlar ve anneler son derece karşı idiler.

Biz de her ergen gibi, annemizin kızacağı şeyi daha çok yapmak, hem de kendimizi bizim iyiliğimizi isteyen herkesten koparıp uzağa fırlatmak için oynamaya devam ediyorduk bu oyunu.

Aslında oyunun çok fazla kuralı yoktu.

Oyunumuz, birbirini dinleyebilme ve dinledikçe paralellikler kurabilme üzerineydi.

Önce uzun uzun konuşuyor ve susuyorduk. Bazen karşı tarafın sözleriyle aydınlanıyormuş gibi oluyor, sonra sanki hiçkimse hiçkimsenin hayatında bir değişiklik yapamazmışçasına, düşünmeden tekrara düşüyorduk.

2 filozof gibi, filozof dediğin düşünendir diyerek yanyana, karanlık odada duruyorduk.

Bazı günler konuşacak yeni bir şey bulamıyorduk. İşte o zaman sadece nefes alıyorduk. Yanyana durup, nefes alıyorduk. Sessizliği sorun etmiyorduk. Oyunu oynayabildiğimize göre, devam ettiğimize göre, karanlık odada birbirimizin verdiği nefesi odadaki sessizlikle harmanlayıp içimize çekmekten mutluyduk.

Huzurluyduk.

Başka kimselerde parçaları toplayıp toplayıp üzerine yapıştıramadığımız plakalar sanki can yeleklerimiz olmuştu. Ziyaret edilen süklüm püklüm yerlerden alınıp heyecanla evdeki buzdolabına yapıştırılan magnetler gibi, yapışıyorduk birbirimize ruhen.

Oyunun sınırları dahilinde vücutlarımız da yaklaşabiliyordu birbirine.

Çünkü dokunmayı biliyorduk, sarılmayı, yanyana uyumayı, sonucunda ne olacağını dert etmeden yüzlerimizi okşamayı.

Sadece ruhsal ihtiyaçlarımız için geliyorduk o karanlık odaya. Karşılıklı sevgi ve şefkat başta olmak üzere; sevme ve sevilme potansiyeli barındıran bir ikilinin birbirine sunabileceği tüm güzellikleri yaşıyorduk.

İlk başlarda tek bir sözsüz kuralımız vardı. Cinsel dürtülerimiz kapalı olacaktı! En küçük cinsel kıvılcımın her şeyi bozacağına inanıyorduk.

Evet sarılıp uyurken, iki yüz arasında sadece milimler varken, daha fazlası için kıvranan kalplerin koştura koştura atışını sakinleştirmek için epey çaba harcamak gerekiyordu. Ama dürtüleri kapayınca, kalpler de yoluna giriyordu.

...ve sonra birimizin yalnızlığı bitti. içeri sızım sızım ışık soktu başka biri.

...oyun,

bitti.